EK BÖLÜM EVRİM YANILGISI
Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği
gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu,
son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık "yaratılış
gerçeğiyle" açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın
delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve
almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i
Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar
uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı.
Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in
1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm türler ortak
bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel
bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık
yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları"
başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında
açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların
gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini
güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen
bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer
dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç
temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl
ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın,
gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel
bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin
öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları
ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan
İlk Basamak:
Hayatın
Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan
yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden
geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca
kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim
gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin
açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim
sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir
doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir
tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak
meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler
sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel
biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat
Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan
hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok
basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan
"spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen
biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde
böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir
düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir
paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden
oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş
yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat
oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." 92
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün
bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin
karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20.
Yüzyıldaki
Sonuçsuz
Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan
ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda
ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana
gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." 93
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın
kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin
en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi.
Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney
düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi
tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek
dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. 94
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in
kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. 95
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20.
yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San
Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan
bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı
geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük
çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? 96
Hayatın
Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni
konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan
canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır.
Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha
karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız
maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için
gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin
rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein
için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de
1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır. Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye
kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı
hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız
birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu
enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir.
Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de
aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu
senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü
evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. 97
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle
ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde
"yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin
Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan
ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü
iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının
anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını
tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya
verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam
mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı
düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir
geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece
geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma,
geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara
dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir
evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında
"Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey
yapamaz" demek zorunda kalmıştı.98
Lamarck'ın
Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar,
nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu.
Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların
yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş,
örneğin Türlerin Kökeni adlı
kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara
dönüştüğünü iddia etmişti. 99
Ama Mendel'in keşfettiği ve
20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış
özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı.
Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz
bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm
ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm
bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya
da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal
seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları,
yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları
sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan
model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için
canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene
sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rasgele bir etki ancak zarar
verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük,
rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. 100
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı,
yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm
mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil
Kayıtları:
Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği
senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir.
Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler
bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl
süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız
"ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen,
bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen
canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan
da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır.
Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar
olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik
yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa
bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması
gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin
Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim
doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. 101
Darwin'in
Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana
dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara
geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen
bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde
birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil
bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Sorunumuz şudur:
Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. 102
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı
türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden
ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu
canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı
türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz
olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu
gerçek, ünlü evrimci Biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. 103
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz
ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın
Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme
getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün
yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5
milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları
arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle
hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1-
Australopithecus
2-
Homo habilis
3-
Homo erectus
4-
Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. 104
Evrimciler insan evriminin bir sonraki
safhasını da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre
homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir.
Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir
evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı
sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim
teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr,
"Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. 105
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis
ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir. 106
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait
insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens
neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan
yana bulunmuşlardır. 107
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin
ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile
paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. 108
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer
alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların
çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın
evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle
Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına
rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı
sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim
skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim
dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur.
Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere
dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji
bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en
"bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı
his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın
evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif
gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara
-yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına-
girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu
görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı
yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. 109
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine
körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir
biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin
Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik
delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını
bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu
iddia etmektedir. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar
biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir
şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim;
canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri
biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden
geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir
"deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek
sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü"
adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine
canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum
gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan
ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu
varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara
istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş
cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim
adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak
nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında
beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine
inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o
varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp,
sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi
hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise,
akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar
üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça
gösterir.
Göz
ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama
getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl
görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde
retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen
küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi
düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi
kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi
denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız
kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl
bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir
görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği
sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize
bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve
kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü
size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş
televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe
ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta,
araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV
ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir
netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç
boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç
boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç
boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha
bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü
kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka
görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü
oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri
size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya
geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz?
Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir
görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü
görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç
kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani
beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar
gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini
dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir
sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle
teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır
sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet,
sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm
teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın
oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi
şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde
mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya
müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız.
Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve
kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı
veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu
durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir
görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı
olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların
ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin
İçinde Gören ve
Duyan
Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir
dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan
kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından,
burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji,
fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna
dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir
yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve
his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan
tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve
sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret
olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap
verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların
da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki
birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli,
gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na
sığınması gerekir.
Materyalist
Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel
bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın
kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının
hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara
formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin
bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih
boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden
çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır.
Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak
göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için,
kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler,
materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya
getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard
Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu
şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden
kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir
açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine,
materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir
açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm
mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin
veremeyiz. 110
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık
uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden
başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz
maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin
kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların,
çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle,
yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul
eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama
Darwinistler kendi deyimleriyle "İlahi bir açıklamanın sahneye
girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan
insanlar ise, şu açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi
ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var
eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren
Allah'tır.
Evrim
Teorisi Dünya Tarihinin
En
Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki,
ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve
mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine
inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi
dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan
profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim
adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra
ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar.
Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü,
eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en
büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü,
dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık
olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, eski Mısırlıların Güneş Tanrısı Ra'ya, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere,
Sebe halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile
yaptıkları putlara, Hz. Musa'nın kavminin altından yaptıkları buzağıya
tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum,
Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların
anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini
birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da,
uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab
onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalbleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi’nde ise, bu insanların mucizeler
görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı
yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir
topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili
olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu
büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir
durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve
mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört
bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya
gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz
bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip
olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan
bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve
Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a
hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya, kendi "bilgin büyücüleri"
ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa,
büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini
sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayetler şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince,
insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya)
büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları
"aldatmacalar"la - Hz. Musa ve ona inananlar dışında- insanların
hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa'nın
ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayetteki ifadeyle
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye
vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını
derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta
oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz
çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları
büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun
anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir
büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan
ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse
gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük
duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve
ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge
evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı
alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri
olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin
inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. 111
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte
insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim
teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen
birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
NOTLAR
2. Vural Sözer, Atatürklü Günler, Barajans Yayınları, İstanbul, 1998, s. 471
3. İlhan Akşit, Ben, Mustafa Kemal ATATÜRK, Akşit Kültür ve Turizm Ticaret Ltd. Şti, İstanbul, 1996, s.188
4. 19.03.1923, http://abone.turk.net/selamisozer/sozleri_konusmalari/sozler1.htm
5. Mehmet Özel, Vatan, Millet ve Bayrak Sevgisi, TC Kültür Bakanlığı, Ankara,
1996, s. 419
6.
http://www.mfa.gov.tr/turkce/grupk/ka/unxxii.htm
7. Mehmet Özel, Vatan, Millet ve Bayrak Sevgisi, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, 1996,
s. 423
8. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul,1981, s. 161
9.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
10.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
11. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul,1981, s. 169
12. Vural Sözer, Atatürklü Günler, Barajans Yayınları, İstanbul, 1998, s. 507
13. Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, İnkılap
Yayınevi, İstanbul, 1984, s.384
14. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 168
15. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 171
16. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 171
17. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 169
18. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 165-166
19. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 171
20.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
21. http://www.canakkale.gen.tr/havaorta.html
22.
http://www.ataturk-add-berlin.com/tr_mu_ke/ata_diyo.htm
23. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 172
24.
http://www.dogus.k12.tr/ataturk/orduya.htm
25.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
26.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
27. http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
28.
http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu
29.
http://www.ataturk-add-berlin.com/tr_mu_ke/ata_diyo.htm
30. Seyfettin Turhan, Atatürk'te Konular Ansiklopedisi, İkinci Baskı, Yapı Kredi
yayınları, İstanbul , 1995, s. 427, İzmir'de harp oyunlarından sonra
komutanlarla görüşme. 22.2.1924
31.
http://www.ataturk-add-berlin.com/tr_mu_ke/ata_diyo.htm
32.
http://www.ataturk-add-berlin.com/tr_mu_ke/ata_diyo.htm
33. Seyfettin Turhan, Atatürk'te Konular Ansiklopedisi, İkinci Baskı, Yapı Kredi
yayınları, İstanbul , 1995, s. 425, İzmir'de halkla sohbet, 31.1.1923
34.
http://gencturkler.8m.com/TURKEY/ATATURK/Atadiyor.html#guvenlik
35. Vural Sözer, Atatürklü Günler, Barajans Yayınları, İstanbul, 1998, s. 258.
Kastamonu, Askeri Garnizon. 29 Ağustos 1925
36. Cihat İmer, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten Seçme Sözler, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1981, s. 171
37. Seyfettin Turhan, Atatürk'te Konular Ansiklopedisi, İkinci Baskı, Yapı Kredi
yayınları, İstanbul , 1995, s. 427, Konya Orduevinde konuşma. 22.2.1931
38. Seyfettin Turhan, Atatürk'te Konular Ansiklopedisi, İkinci Baskı, Yapı Kredi
yayınları, İstanbul , 1995, s. 427-428, Konya Orduevinde konuşma. 22.2.1931
39.
http://abone.turk.net/selamisozer/sozleri_konusmalari/sozler1.htm
40. http://www.meb.gov.tr/index.htm
41. Seyfettin Turhan, Atatürk'te Konular Ansiklopedisi, İkinci Baskı, Yapı Kredi
yayınları, İstanbul, 1995, s. 425. TBBM'ne bilgi vermek üzere cephe dönüşü
konuşma, 18.4.1922
42.
http://home.vicnet.net.au/~ttav/ataturk/yasami-2.htm
43.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
44.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
45.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
46.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
47.http://www.ataturk.net/?sayfa=dediki&konu=Ordu;
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13541
48.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
49.
http://www.demokrasivakfi.org.tr/ataturk/life4_asker_tr.html
50. Adnan Nur Baykal, Mustafa Kemal Atatürk'ün Liderlik Sırları, Sistem Yayıncılık,
İstanbul, 1999, s. 31
51. http://www.tekadam.8k.com/52.html
52. Şahin Arıcak, Armada Dergisi, 1995;
http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/bilgibankasi/askeribil/ataturkun_askeri_politik_kehaneti.htm
53. Şahin Arıcak, Armada Dergisi, 1995;
http://www.kho.edu.tr/yayinlar/btym/bilgibankasi/askeribil/ataturkun_askeri_politik_kehaneti.htm
54. Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, 4. basım, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 141-142
55. Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, 4. basım, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 140
56.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13587
57. Vural Sözer, Atatürklü Günler, Barajans Yayınları, 1998. s. 214
58.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13587
59. Cemal Kutay , Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, s.212
60.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13592
61. Prof. Dr. Selayman Arslan, Atatürk'ün Devlet Adamlığı Vasfı,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1996, Sayı 36, s.952
62. Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden
Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 14
63. Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi,
İstanbul, 1994, s. 395
64.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13592
65.
http://www.samsun-aal.k12.tr/ata/nedediler5.htm
66.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Bulgaristan
67.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Danimarka
68. http://www.adkf.org/ataturk/hakkinda.htm
69.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Hindistan
70.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Hollanda
71.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=ingiltere
72. Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, İnkılap
Yayınevi, İstanbul, 1984, s. 382
73.
http://ulusdergisi.kolayweb.com/756212731881.html
74.
http://www.samsun-aal.k12.tr/ata/nedediler14.htm
75.
http://ulusdergisi.kolayweb.com/756212731881.html
76. http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13781
77.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&page=0&t=30&ulke=italya
78. Prof. Dr. Selayman Arslan, Atatürk'ün Devlet Adamlığı Vasfı,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1996, Sayı 36, s, 935
79. Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, s.208
80.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13781
81.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Macaristan
82.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Tunus
83. http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=polonya
84.
http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13800
85. http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Rusya
86.
http://abone.turk.net/selamisozer/soylenenler/dunyabas1.htm
87.
Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet Gazetesi,
21.10.2000
88.
Mehmet Ali Kışlalı, "ABD ve Kemalizm" 22 Eylül 2000, Radikal Gazetesi
89.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Türkiye
90.
Falih Rıfkı Atay , Çankaya, Bateş
A.Ş, İstanbul, 1984, s. 211
91.
http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=T¸rkiye
92-
Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular
Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
93-
Alexander I. Oparin, Origin of Life,
(1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
94-
"New Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological
Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
95-
Stanley Miller, Molecular Evolution of
Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986,
s. 7
96-
Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s.
40
97-
Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78
98-
Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
99-
Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184
100- B.
G. Ranganathan, Origins?,
Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
101-
Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179
102-
Derek A. Ager, "The Nature of the
Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, c.
87, 1976, s. 133
103-
Douglas J. Futuyma, Science on Trial,
New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
104-
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower,
New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in
Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258, s. 389
105- J.
Rennie, "Darwin's Current Bulldog:
Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992
106-
Alan Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co.,
1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge
University Press, 1971, s. 272
107- Time, Kasım 1996
108- S.
J. Gould, Natural History, c. 85,
1976, s. 30
109-
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower,
New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
110-
Richard Lewontin, "The Demon-Haunted
World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28
111-
Malcolm Muggeridge, The End of
Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43
Yorumlar
Yorum Gönder